Farkındalık, mutlu olmamızın bir aracı mıdır? Dahası hep mutlu olmaya, iyi hissetmeye mi çalışmalıyız? Bu soruların New Age (Yeni Çağ) spiritüelliğinden, neoliberalizme, oradan pozitif psikolojiye uzanan derin boyutları var. Ben de bu yazıda ana hatlarıyla bu sorulara yanıt vermeye çalışacağım.
Kökeni Budist geleneğe dayanan farkındalık, diğer deyişle mindfulness, en basit anlamıyla şu anki deneyimin farkında olmaktır. Bedensel duyumlarımızı, duygu ve düşüncelerimizi ve etrafımızda olan biteni yargılamadan veya değiştirmeye çalışmadan gözlemlemeyi içerir. Anın deneyimini tüm gerçekliğiyle görebilmek için de zihnimizi yoğun duygu ve düşünce alışkanlıklarından, örüntülerinden özgürleştirmeyi öngörür. Bir anlamda zihnimizin yapısını anlama ve zihnimizi eğitme pratiğidir. Aynı zamanda etik değerlere bağlı olan bu yaklaşım, bilgece bir yaşamın yapıtaşlarını sunar bize.
Günümüzde farkındalık alanının popülerliği giderek artıyor. Bu alan sadece ABD’de; online uygulamalarıyla, kurslarıyla, kitaplarıyla birlikte bir milyar doları aşan büyük bir sektör halini almış durumda. Farkındalık eğitimleri küresel wellness (bütünsel sağlık) endüstrisinin önemli bir parçası oldu. Özellikle stres azaltma temelli programlar, çağımızın dikkat dağınıklığı ve zihinsel karmaşa sorununu tedavi etme iddiası taşıyor. Bununla birlikte farkındalığın güncel yorumu, temellerinden büyük ölçüde kopmuş ve yer yer çarpıtılmış durumda. İşte tam da bu haliyle farkındalığın, kapitalist sistemin güçlü bir payandası haline geldiğini söylememiz mümkün.
Neoliberalizm ve New Age yaklaşımı 1970’lerden itibaren kişisel gelişim ve bunun pazarlanması alanında güçlü bir ortaklık geliştirdi. Bu bağlamda insanlara, kişisel mutluluğa ve kendi en iyi versiyonlarına ulaşma konusunda spiritüel bir süpermarket hizmeti sunduklarını söyleyebiliriz.
Günümüzde iyice yaygınlaşan bu anlayışın en önemli özelliği; yaşanan sorunların çözümünü bireysel alana hapseden bir bakış açısı sunması. Spiritüelliğin bu yeni versiyonu aydınlanmanın, iyileşmenin ancak kişinin kendi çabalarıyla gerçekleşebileceğini öne sürüyor. Öyle ki, “sorun yaşıyorsan kaynağı sensin, çözümü de sende” ile “sen değiş ki dünya da değişsin”e indirgenmiş bir anlayış yerleştirilmeye çalışılıyor. Bunun yanında bitmeyen bir “mutlu olma” ve “pozitif enerjiler gönderme” hedefi ortaya konuyor. Bu yaklaşımın sakıncalarını aşağıda ele alacağım.
Peki gerçekten durum böyle mi?
Stresimizi yönetebilmek ve bizi zorlayan duygu ve durumların üstesinden gelebilmek oldukça kıymetli bir beceri. Oysa iyi olmaya, kendimizi iyi hissetmeye dair bu vurgu, bizi yaşamın acı gerçekleriyle yüzleşmekten alıkoyuyorsa, ortada büyük bir yanlış anlama var demektir.
Öncelikle, güncel spiritüel yaklaşımların, referans aldıkları kadim öğretilerden bir hayli uzaklaşmış olduğunu söyleyebiliriz. Bu konudaki popüler kaynaklar, bu öğretileri bir anlamda tahrif ederek insanı ve yaşamı çok daha basit, yüzeysel bir anlatıya indirgeyerek sunuyor. Sanki yaşamımızda hep iyi hissetmeli, çevremizdekilerle uyumlu olmalıyız. Aynı zamanda şifalanmak, yaralarımızı iyileştirmek için bizi bitmeyen bir arayış ve çaba içine sokuyor. Bu bakış açısı küresel kapitalizmin teknolojik araçlarıyla sürekli pompalanıyor.
Dr. Gabor Mate’ye göre bu bitmeyen arayış içinde olma halinin temelinde; kişinin hep kendinde eksik bir şey olduğunu düşünmesi yatıyor1 Gabor Mate’nin bu konudaki açıklamalarını, Zeynep Aksoy, Reset YouTube programının 126. bölümünde özetliyor.. Bu arayış ise kişide daha fazla sorun yaratıyor. Yani hep bir şeylerin peşinden koşma ve kendini değiştirme, dönüştürme isteği fiziksel ve psikolojik rahatsızlara yol açıyor. Kendimizde bir şeylerin yanlış, eksik veya kötü olduğuna dair inancımız bizi kendimizle topyekün bir savaşa sokuyor. Daha iyi olma arayışının getirdiği düzeltme çabasıyla kendimizi çekiştirip duruyoruz. Aynı zamanda bir bütün olarak varoluşumuzu kendi özgünlüğüyle sevip kabul etmekten alıkoyuyor. Hatta Joseph Campbell, bu süreğen analizlerle “kendini kazıma” halini, bir soğanın katmanlarının tek tek soyulmasına benzetiyor; bir yerden sonra geriye hiçbir şey kalmıyor.
Bu alandaki sorunlardan bir diğeri de spiritüel baypas olgusu. İlk kez psikolog John Welwood bu kavramı ortaya atıyor ve “çözülmemiş duygusal sorunlar, psikolojik yaralar ve tamamlanmamış gelişimsel görevlerle yüzleşmekten kaçınmak için ruhani fikirleri ve uygulamaları kullanma eğilimi” olarak tanımlıyor. Kısaca yaşanan zorlayıcı, rahatsız edici deneyimleri bastırmaya veya görmezden gelmeye çalışmak demek.
Çoğu insan zorlayıcı duygularla baş etmek, onlarla yüzleşmek yerine onları görmezden gelmeyi, yok saymayı seçiyor. Hatta spiritüel çalışmaları, kendi gerçekliklerinden kaçmanın bir yolu olarak kullanıyorlar. Oysa yaşadığımız, gördüğümüz, tanıklık ettiğimiz sorunlara ve zorlayıcı deneyimlere bakmamak; o gerçeklikle yüzleşmeyip kaçmak, başlı başına iyileşmeyi engelleyen bir tutum.
Aslında tüm bu sorunların temelinde spiritüelliğin ne olduğuna dair yanlış algı yatıyor. Spiritüellik çoğu çevreler tarafından tamamen ruhsal, manevi veya metafizik konulara yönelip dünyevi meselelere sırt çevirmek olarak algılanıyor. Yine spiritüel kişilerin hiç öfke, korku, kaygı gibi yoğun duygular yaşamayıp hep sakin, dingin olması gerektiği kanısı var. Veya yaşamın sadece olumlu yanlarına odaklanıp mutlu olması ve hep şükür içinde yaşaması gerektiğine inanılıyor. Buna da toksik pozitiflik adı veriliyor. Bu kavram, içinde bulunulan durum ne olursa olsun; hep “olumlu enerjiler yayma”, mutlu, neşeli, enerjik olma mottosuyla yaşamayı ifade ediyor. Oysa toksik bir hal yaratıyor ve fiziksel ve zihinsel sağlığa zarar veriyor.
Mutlu olmayı hedefleyen bir yaşam biçimi belki de mutsuz ve tatminsiz olmamızın önemli bir sebebi2Mutluluğun peşinde koşma konusuna yakından bakmak için Serdar Kuzuloğlu’nun Zihnimin Sınırları podcast serisinin 5. bölümünü izleyebilirsiniz.. Bu ayrıca ele alınacak bir yazı konusu. Şimdilik, Einstein’ın bir sözüyle yetinelim: “Rahatı ve mutluluğu amaç edinmek bana hiçbir zaman çekici gelmedi. Böyle bir temel üzerine kurulmuş ahlak sistemi yalnızca bir sığırlar sürüsünü tatmin eder.”
Hep olumlu düşünmek ve hissetmek gerektiğine dair inanç ve tutumlar, kişilerin zorlayıcı duygu ve deneyimleri görmezden gelmesine ve gerçeklikten giderek kopmasına yol açıyor. Yaşananları net ve berrak bir gözle göremeyen kişilerin, kendileriyle ve yaşamla sağlıklı, güçlü, dengeli bir ilişki kurması da pek mümkün olamıyor.
İyileşmeyi iyi hissetmekle eşdeğer tutan çok güçlü bir algı var. Sanki sağlıklıysak, hep iyi hissetmeliyiz. Bunun altında ise bizi zorlayan duygu ve düşünceleri “olumsuz”, “negatif”, hatta “yanlış” diye tanımlamak yatıyor. Hal böyle olunca, o olumsuz halleri yaşamımızdan uzaklaştırarak sorunları çözebileceğimizi düşünüyoruz. Bunun için sürekli meditasyonlar yapıp olumlamalarla kendimizi “temizlemeye” çalışıyoruz. Veya acıyla yüzleşmemek için yemekle, alkolle, ekranlarla… kendimizi uyuşturuyoruz. Bunun sonucunda giderek acıya karşı tahammülsüz hale geldik. Benzer bir durumu sağlık sisteminde de görüyoruz. Büyük ölçüde, hastalıkların kökenlerine inip asıl sebepleri bulmak yerine semptomların yok edilmesine dayalı bir anlayış söz konusu. En ufak bir baş ağrısında bile bunun sebebini araştırmayıp ağrı kesici içmeyi tercih ediyoruz.
Bizi zihinsel olarak zorlayan durumlarda da benzer bir tutum içindeyiz. Korkumuz, öfkemiz, hüzünlerimiz, derin kederimiz… Oysa bunlar kurtulmamız gereken duygular değil. Yüzümüzü onlara çevirip yakından baktığımızda aslında bize bir şey söylüyorlar. Beki de tam ihtiyacımız olan şeyleri bize fısıldıyorlar. Belki de iyileşme; hep iyi hissetmeye çalışmak yerine, acının varlığını kabul edip onun derinlerine doğru yolculuk yapmaktan geçiyor.
Farkındalık alanı da benzer çarpıtmadan nasibini almış durumda. Bu alan film yıldızlarından finansörlere, nörobilimcilerden meditasyon koçlarına kadar çok çeşitli çevrelerin destekleriyle iyice popülerleşmiş durumda. Time dergisi bile bu konuyu 2014 yılının ocak ayında “The Mindful Revolution” (Farkında Devrim) başlığıyla kapak dosyasına taşıdı.
Ronald Purser3Ronald Purser akademisyen, aynı zamanda Zen rahibidir. 1981 yılından itibaren Budizm üzerine çalışmaya başlamış ve çeşitli enstitülerden aldığı eğitimlerle bu alanda derinleşmiştir., McMindfulness: How Mindfulness Became the New Capitalist Spirituality (McMindfulness: Farkındalık Nasıl Yeni Kapitalist Spiritüellik Haline Geldi) adlı kitabında bu meseleyi çok kapsamlı bir şekilde ele alıyor. Purser şu soruyu soruyor: “Peki ya farkındalık, dünyayı değiştirmek yerine; neoliberal statükoyu güçlendiren, sosyal ve politik dönüşümden kaçınan, farkında olmadan kaçan bir kapitalist spiritüellik biçimi haline gelirse?” Ve şirketlerin, okulların, hükümetlerin ve orduların farkındalığı sosyal kontrol ve kendini edilginleştirme tekniği olarak ne şekillerde kullandığını ortaya koyuyor. Ona göre farkındalık, toplumdaki eşitsizliklere dokunmadan, hatta bu durumu kanıksayarak, kabullenerek yaşamanın yollarını sunuyor.
Yine farkındalık temelli uygulamaların stres azaltma ve zihinsel sağlığımızı iyileştirme amaçlı bir tekniğe indirgendiği yönündeki eleştiriler giderek artıyor4Bu konudaki kapsamlı eleştiriler için şu kitabı inceleyebilirsiniz: Handbook of Mindfulness: Culture, Context, and Social Engagement, Ronald E. Purser, David Forbes, Adam Burke (editörler), Springer, 2016. Günümüzde yaygınlaşan 8 haftalık farkındalık programları (MBSR/MBCT) depresyon, kaygı ve strese hızlı bir çözüm olarak sunuluyor. Bu programların, strese bağlı yaşanan fiziksel ve psikolojik rahatsızlıkların hafifletilmesine ciddi katkılar sağladığı yüzlerce bilimsel araştırma tarafından da destekleniyor. Bununla birlikte, bu uygulamalar, stresi bireysel bir sorun olarak ele aldıkları ve bireyin içinde bulunduğu toplumsal, siyasal, ekonomik koşulları göz ardı ettikleri gerekçesiyle eleştiriliyor. Bu bağlamda toplumsal stresle başa çıkmayı kişisel sorumlulukla sınırlamanın, neoliberalizmi örtük bir şekilde beslediği ve ıstırabımızı çok daha derinleştirdiği ileri sürülüyor.
Özetle, farkındalık hareketinin giderek popülerleşmesiyle paralel ölçüde artan bir eleştirel yaklaşım görüyoruz. Hakim farkındalık anlayışının; özelikle Budist aydınlanma yolunun özgün yapısının bozularak ve basitleştirilerek sunulmasına yönelik rahatsızlık duyanların sayısı giderek artıyor. Bu çerçevede farkındalığın çeşitli çevrelerce kendi amaçları için kurgulanan ve pazarlanan bir tekniğe indirgendiğini söylememiz mümkün. Çeşitli platformlarda paylaşılan “mindfulness ile kilo vermek” veya “mindfulness ile kariyerinde başarı elde etmek” gibi haberleri, bu çarpık anlayışı yansıtan örnekler arasında sayabiliriz. Aynı zamanda, eşitsizliklere ve adaletsizliklere karşı etik ve kolektif bir yaklaşım sunmayan yöntemlerin, yine bu sistemin devamlılığına hizmet ettiği de bir gerçek.
Peki farkındalık gerçekten de böyle bir şey mi? İnsanın toplumsal adaletsizlikleri, küresel yıkımları kanıksayan, daha iyi ve güzel bir dünyayı düşlemeyen bir varlığa mı dönüşmesini sağlıyor? Yoksa mesele tamamen farkındalığın paketlenip piyasaya sunulma biçimiyle ilgili olabilir mi?
Bu sorulara yanıt vermeden önce, önde gelen Amerikalı Budist rahiplerden Bhikkhu Bodhi’nin sözüne kulak verelim. Bodhi5aktaran David Loy, A New Buddhist Path, “Keskin bir sosyal eleştiri yoksa, Budist uygulamaları kolaylıkla statükoyu meşrulaştırmak ve pekiştirmek için kullanılabilir ve tüketici kapitalizminin payandası haline gelir.” diyerek bu konuda bizi uyarıyor. Öyleyse farkındalığı iyi anlamak için, kökeninde yer alan Budist geleneğe ve temel özelliklerine biraz yakından bakalım.
Farkındalık6Bu bölümdeki açıklamaların önemli bir kısmı, David Cornwell’den 2021 yılında aldığım Mindfulness Eğitimi notlarından oluşuyor. , Pali dilinde “sati” sözcüğüne karşılık gelir ve hatırlamak anlamına gelir. Aktif bir hatırlama sürecini; dikkati odaklamayı ve yönlendirmeyi ifade eder. Dikkati yönlendirmek ve tekrar tekrar bunu uygulamak, zihni anlamaya ve eğitmeye hizmet eder. Budist gelenek zihnin yapısını kitaplardan öğrenmek yerine, kendi zihnimizle uygulama yoluyla çalışmayı öngörür. Bu sayede zihnin gerçek doğasını anlama imkanımız olur.
Zihni ve doğasını anlamak, bizi acı ve ıstırap (pain and suffering) kavramlarına götürür. Aslında Buda insanlara tek bir şeyi öğretiyor: Istırap ve ondan özgürleşmek. Bunu da “Dört Kutsal Gerçek” (Four Noble Truths) ile anlatıyor. Bunların üçü ıstırabın varlığı; sebepleri ve ıstıraptan özgürleşilebileceği gerçeğidir. Dördüncüsü, ıstıraptan özgürleşmek için 8 basamaklı bir yol (Eightfold Path) sunar. Bu yol doğru niyet, doğru söz, doğru davranış, doğru çaba, doğru geçim gibi kapsamlı etik değerler içerir. Farkındalık (mindfulness) ise bu basamaklardan sadece biridir.
Zihnimiz büyük ölçüde geçmiş şartlanmalardan, şimdiki halde ortaya çıkan duygu ve duyumlardan ve çevresel koşullardan etkileniyor. Ve her yeni durumda bu koşullar değiştikçe zihin hallerimiz de değişiyor. Farkındalık ile zihni izleyip doğasını fark ettiğimizde, zihnin tutarlı bir anlatı yerine farklı farklı hikayeler ürettiğini görüyoruz. Hatta bu hikayeler, farklı duygu durumlarında birbirleriyle çelişebiliyorlar.
Istırap; zihnimizin şartlanmalarından ve gerçeği filtrelenmiş görme biçimimizden kaynaklanıyor. Doğduğumuz andan itibaren zihnimiz içinde bulunduğumuz çevreler tarafından şekilleniyor, aynı düşünce kalıplarıyla şartlanıyoruz. Şartlanmış zihinsel anlatıları, yani düşüncelerimizi gerçek sanıp onlara inanıyoruz.
Aslında biliyoruz ki, dünya acı deneyimlerle dolu. Acı, yaşamın gerçeği. Ama dünyayı şartlanmış bir zihinle görmek, acıların üzerine ıstırap eklememize yol açıyor. Başka bir deyişle, acı verici deneyime verdiğimiz tepki ve dirençlerimiz çektiğimiz acıyı, yani ıstırabımızı artırıyor. Hoşumuza giden deneyimleri şiddetle arzuluyor, hoşumuza gitmeyenlerden kaçınıyoruz. Arzulama ve kaçınma yoğunluğumuz, ıstırabımızın şiddetiyle orantılı oluyor. Buda, mutluluğun peşinden gitmeyi ve acıdan kaçınmayı bıraktığımızda özgürlüğün başladığını söylüyor.
Istıraptan özgürleşmenin yolu ise zihnimizi eğitmekten ve berraklaştırmaktan geçiyor. Meditasyon da bu süreçte zihnimizi daha yakından tanımamıza, ürettiği ve bize ıstırap veren hikayeleri görmemize yardımcı oluyor. Zaman içerisinde şartlanmalardan, eski alışkanlıklardan özgürleşip dünyayı daha berrak bir algıyla görmeye başlıyoruz.
Farkındalığın dikkati yönlendirmeyi hatırlamak anlamına geldiğini söylemiştik. Buda, dikkati yönlendirilmemiş bir zihnin, kişiye bir düşmanın verebileceğinden çok daha büyük zarar vereceğini söylüyor. Dikkatimizi bilinçli bir şekilde şu ana verdiğimizde, geçmiş ve geleceğe ait tüm duygu ve düşünceler sönümleniyor.
Farkındalıkla yönlendirdiğimiz dikkatin belli nitelikleri var: Yargısızca, nazikçe, açıklıkla. Bu da aktif bir süreç, belirli bir çaba gerektiriyor. Meditasyona otururken referansımız, yol haritamız ise Buda’nın sunduğu etik değerler. Meditasyon sırasında gördüklerimizi, fark ettiklerimizi o anlayış çerçevesinde değerlendiriyoruz. Aksi taktirde meditasyon, denizin ortasında ve nereye gideceği belli olmayan kayığa benzer.
Meditasyon, bizim daha bilgece yaşam sürebilmemizin aracı, bize bunun antrenmanı sağlıyor. Asıl minderden kalktıktan sonra yaşam içerisinde nasıl düşünüp davrandığımız; meditasyon sırasında fark ettiklerimizi yaşama nasıl aktardığımız önemli. Dolayısıyla farkındalıkla yaşamakla kastedilen sadece dikkatimizi şimdiki zamana yöneltmeyi hatırlamak değil. Aslolan; ıstırabımızı artıran eylemlerden uzak durup Budist etik değerler ışığında, daha erdemli yaşamayı hatırlamak.
Farkındalık aynı zamanda bağlantısallıkla; kendimizle ve çevremizle kurduğumuz bağla ilgili. Bağlantısallık konusunu Bütünlük ve Etkileşim başlıklı yazımda ele almıştım. Dilerseniz o yazıya göz atabilirsiniz.
En temel ihtiyacımız kendimizi güvende ve çevremizle bağlantıda hissetmek. Budist kökenli olan şefkat7Bu yazıda şefkatle ilgili açıklamalarda büyük ölçüde Sema Demirkan’ın yazı ve podcast söyleşilerinden yararlandım. Ayrıntılı bilgi için https://schoolofcompassion.com.tr/sefkat.html ilişkiselliğe, bağlantısallığa vurgu yapar (kendimizle, çevremizle, dünyayla). Şefkatin temelde bir duygu değil, hal ve bir eylem olduğunu söyleyebiliriz. Acıyı görme ve acıya dair derin bir duyarlılık halidir. Kendimizle yüzleşip acının doğasını anladıkça, diğerlerinin acılarını görür ve onu dindirmeye dair güçlü bir istek duyarız.
Şefkat aynı zamanda hem kendimizin hem de çevremizdekilerin ıstırabı karşısında korkusuzca, cesaretle durmayı kapsıyor. Ardından, eğer mümkünse o acıyı dindirmek için gerekenleri planlayıp adım atmayı ifade ediyor. Şefkat sağlıklı sınır koymayı ve gerektiğinde “hayır” diyebilmeyi de içeriyor. Yani burada deneyimleri pasif bir kabullenişten değil; aktif bir sorumluluk almaktan ve eylemden söz ediyoruz.
Bunun yanında farkındalık, bireysel olarak öğrenilip yaşama geçirilebilecek bir beceri değil. Bu nedenle Budist gelenek ‘sangha’nın önemine vurgu yapar. Sangha, ortak amaca sahip bir topluluk anlamına gelir. Bu topluluğun temel işlevi Buda’nın öğretilerinin birlikte uygulanması ve ileriye taşınmasıdır. Burada derin bir anlayış, farkındalık, uyum ve sevgi ekseninde bir araya gelen insanlardan söz ediliyor.
Istırabın önemli bir sebebi, özellikle günümüzde insanların yoğun yaşadığı yalnızlık hissi ve kendilerini başkalarından farklı görme yanılsaması. Bir sangha, bu anlamda sadece birbirimizle değil, aynı zamanda doğadaki tüm varlıklarla olan bağımızı fark etmeye ve güçlendirmeye hizmet ediyor. Budist rahip Thich Nhat Hahn, “What Is Sangha?”8https://www.lionsroar.com/the-practice-of-sangha/ (Bir Sangha Nedir?) başlıklı yazısında bir sanghanın, bireylerin ve toplumun dönüşümü ve iyileşmesi için uygulama yaptıkları bir yer olduğundan söz ediyor. Ona göre ancak güçlü insanlar, topluma yardım edebilir; toplumda güveni, şefkati, dayanışmayı inşa edebilir. Ardından o gücü, desteği, uyumu kendini ve içinde bulunduğu toplulukları yenilemek için kullanabilir. Bu da sadece bir sangha aracılığıyla gerçekleşebilir, tek başına değil.
…
Görüyoruz ki, farkındalık ve meditasyon mutlu olmanın, hep iyi hissetmenin, acı verici deneyimlere sırt çevirmenin aracı değil. Biz bir hedefe ulaşmak, bir şey olmak, bir şeyi başarmak (kilo vermek, daha sağlıklı olmak…) için farkındalık uygulamıyoruz. Tam tersine, güçlü alışkanlıklarla biçimlenmiş ve sonuç odaklı yaşayan, hep bir sonraki adıma ulaşmaya çalışan zihni, var olmayı deneyimlemeye davet ediyoruz.
Farkındalık, ıstırabımızı azaltıp içgörümüzü geliştirmenin yollarını sunuyor. Biliyoruz ki, dirençlerimiz ıstırabımızı artırıyor. Dolayısıyla tutunmadan veya kaçınmadan o deneyimi kabul etmeyi ve izin vermeyi öğretiyor. Aynı zamanda olanı olduğu haliyle görebilmemize ve deneyimlerin geçiciliğini fark etmemize yardımcı oluyor. Yaşamda her şeyin geçici olduğunun bilinciyle, daha berrak bir algıyla ve bilgece yaşamamıza hizmet ediyor.
Aslında kadim öğretilerin ortak özelliğinin koşullanmalarımızın ötesine geçip bizi hakikatle buluşturmak olduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda bu öğretiler kişisel deneyim yoluyla içsel bilgeliğimizi açığa çıkarmamızı öngörür. Dolayısıyla bu öğretiler, standart şablonlar, herkese uyan basit reçeteler yerine; bireyin kendini keşif yolculuğunda ona ışık tutacak bir harita sunar.
Günümüzde kimi uygulamaların bu temellerden uzaklaşmış ve ağırlıklı olarak dikkati odaklayıp “anda yaşama”ya indirgenmiş olduğunu görüyoruz. Bu haliyle bizi kendi doğamıza yabancılaştıran ve birbirimizden yalıtan modern yaşama uyum sağlamamıza hizmet ettiğini düşünebiliriz. Dijital teknolojiyle iyice derinleşen yalnızlığımıza bir nebze merhem olup kronikleşen stresimizi geçici olarak rahatlattığını fark edebiliriz.
Öte yandan kapitalist sistem içinde sıkışmamış ve etik değerlerle sıkı bağlarla örülmüş farkındalık merkezleri ve öğretmenler de var. Thich Nhat Hahn’ın kurduğu Plum Village, kolektif biçimde daha güzel bir dünya inşa etmeyi amaç edinen bu oluşumlar arasında yer alıyor. Bu noktada sözü yine Hahn’a bırakarak bitirelim:
“Sömürü, sosyal adaletsizlik, hırsızlık ve eziyetin neden olduğu acının farkında olarak, kendimi sevgi dolu müşfiklik beslemeye ve insanların, hayvanların, bitkilerin ve minerallerin refahı için çalışmanın yollarını öğrenmeye adadım. Gerçekten ihtiyaç içinde olanlarla zamanımı, enerjimi ve maddi kaynaklarımı paylaşarak cömert olacağım. Başkalarına ait olan bir şeye sahip olmamaya ve çalmamaya kararlıyım. Başkalarının malına saygı duyacağım, fakat başkalarının insanların ve yeryüzündeki başka türlerin acısından istifade etmesini önleyeceğim.”9Buda’nın Öğretisi, s. 94